“Anne kutsaldır” veya “analar ağlamasın” deyişlerine tabii ki de eyvallahımız var ama babaları da unutmamak kaydıyla illâ ki de kanımca. “Kadın hakları (ki insan hakları olması lâzım)” veya “Erkekler ağlamaz” deyişini bi’defa geçiniz.
E baba da etten, kemikten yapılmış ve de bir evlat için canını verir cinsten bir varlık değil mi? İşte tam da bu duyguda geçtiğimiz gün bir baba askerdeki oğul için Genel Kurmay’a mektubu göndermiş; “Oğlum orada.. Korkar mı? Bilmiyorum. Ateşlendiğinde başında nöbet tutardım. Hasta olursa revire çıkabiliyor mu acaba?
Akşamleyin eve biraz gecikse evhamlanırdık, gözümüz yollarda kalırdı.
Şimdilerde haftada bir telefon edebilirse, ne mutlu bize. Tabii kötü bir haber verme korkusu da caba. Sâhi, neden telefon etmek yasak bu kadar? Vatan için ölmeyi göze alan evlatlarımız casus mu? Sevdiği kız var mıydı, bilmiyorum. Hiç söylemedi. Kimbilir yüreğinde hangi fırtınalar esiyordur oralarda. Babalar gününde aradı en son. “İyiyim” dedi. “Her şey güzel, merak etme” dedi. Teselli etti. O mu evlat, ben mi bilemedim. Bildiğim şu; güle güle askere gitti. Güle güle gelmesini isterim. Canlı, sağ salim gönderdim, sağ salim geri isterim” diye de mektubunu bağlayıvermiş. İşte, evlat sevgimize dair temsili bir mektuptu bu hissettik’üzre. E hayattaki tek zenginliğimiz evlatlarımız değil mi? Kesin! Can isterse can, kan isterse kan, göz isterse göz duygusal bağındaki bebelermizin spor yapma hakkı ne âlemde bu ülkede? Neymiş; devlet başarılı sporcuyu korur(muş). Dört nesil boyunca nice nice sporcu evlatlar tükettik bu coğrafyada.
“Ya bayrağımızla yarışırız ya da Sarayönü Çadır Tiyatrosu’nda birbirimiz avuturuz” diyen bir spor çevremiz olmadı mı? Bal gibi oldu. “Her ne pahasına olursa olsun artık yurt dışında yarışmak istiyoruz” diyen büyük bir kitle varken, alternatif çözüm önerileri yerine sosyal psikoloji üzerinden gabak kesenler de var.
Neymiş? çözümü savunan kitle için bir tür psikolojik bozukluk olan Stockholm Sendromu’ndan dem vurmuşlar bu arkadaşlar; “Baskı ve şiddet uygulayan kişilere veya tarafa karşı (Rumlar) duydukları sevgi o kadar yoğun olabiliyor ki kendilerini (Türkleri) kurtarmak isteyen kişilere veya tarafa karşı direniş bile gösterebilecek hatta onlara karşı kendi cellatlarını koruyabilecek düzeye ulaşabildiği psikologlar tarafından vakaları günümüzde bile tespiti yapılmış bulunmaktadır” denildi geçtiğimiz gün. ‘Celladını seven kitle’ mi? Vay guzzum vay cinsinden bir pişkinlikle uzman psikolog gözüyle tespit yapmışlar. “İçimizdeki İsveçliler” bilsinler ki sonuçta çözümle gelecek bir endüstriyel spor ailesine aidiyet durumu var.
Mevcut sürer durum üzerinden toprak edebiyatıyla ya da sendrom edebiyatıyla aktörü olmadığımız bir adada böyle ‘ayrılıkçı zihniyetler’e “saçmalama” demekte fayda var. Özetle şu anda Derviş Bey tarafından imzalanan “11 Şubat Belgesi” yol haritası üzerinden yola çıkıldı.
İnşallah yakın gelecekteki çözüm işleri spor da yansır. Aksi takdirde sporumuza üç kuruşluk faydası olmayan insanların sporumuz üzerinden ahkâm kesmelerini dinlemeyi çoktan vazgeçtik. Güney ile Kuzey arasında sıkışıp kalmaktan bıkmış bir gençliğimiz var, tıpkı spor gazetecisi dostum Tonguç Kotak’ın da dün kaleme aldığı gibi; “Kadın basketbolunda Yakın Doğu Üniversitesi karşısında artık sadece FIBA değil artık Türkiye Basketbol Liglerinde yer alan bazı takımlar da var.
Onlar da Yakın Doğu’nun lige alınmaması için çaba harcıyorlar. Bu konu bir iki hafta içinde netlik kazanacak ama eğer YDÜ lige alınmazsa bu kez Türkiye Ambargosu ile karşı karşıya kalacağız”.
Hade FIBA’yı geçtik, yeni ambargocumuz Türkiye Basketbol Federasyonu’na bağlı kulüpler mi? Galiba evet!