KIBRIS TÜRKLERİNİN DİNİ YAPISI VE KOORDİNASYON OFİSİ
Geçen hafta Radyo Havadis' te Hüseyin Ekmekçi, Başaran Düzgün ve Mehmet Morket'in yaptıkları bir programa Kırgızistan'dan katılarak onlara bir soru sordum. Dedim ki; "Bu Ofisin programlarına katılmak mecburi değil ki. Istemezseniz katılmazsiniz. Niye fırtınalar koparıyorsunuz?"
Başaran Düzgün kısa ve net cevap verdi;"Çünkü inançlarımıza müdahale edileceğinden ve Türkiye'de bugün yaşananların bizde de yaşanabileceginden endişeliyiz"
Programdan sonra empati yapmaya ve bu Ofis'ten endişe duyanlari anlamaya çalıştım.
Soru şuydu; Kıbrıs'ta Türkünün inanç sistemi neydi ve Anadolu'daki inanç sisteminden farklı mı idi ki bunun değişmesinden çekiniliyordu.
"Kibris Türkünün Dini Yapisi" konusunda Yuksek Lisans tezi yapmis birisi olarak bu konuyu günlerce düşündüm. Ve geldiğim nokta:"Kabul edelim veya etmeyelim Kıbrıs Türkünün inanç yapısı da hayat tarzı da bugün ki Türkiye'nin inanç yapısından ve hayat tarzından epeyce farklı. Onlar bu yüzden, klasik ada toplumu psikolojisi ile kendilerine has bu kültürün değişmesine reaksiyon gösteriyorlardı.
Konuyu izzah edebilmek ve bu farklılığı anlatabilmek için affiniza sığınarak biraz tarihe uzanmak zorundayim.
Kıbrıs Türkü Anadolu'dan Ada'ya gelirken, o zamanki Osmanlı'da ciddi bir kavganın ayak sesi geliyordu. Bu kavga, şeriat çizgisinde "Medrese" ve tasavvuf cizgisindeki "Tekke" arasındaki kavga idi.
Orta Asyadan kopup gelen ve Anadoluyu Türkleştiren Türkmenler, özellikle Medresenin Şeriat kuralı diye kendilerine dikte ettigi sosyal hayat tarzına uyum sağlayamıyorlardı. Mesela Medresenin hakim oldugu sehirlerde kadın giderek eve haps edilirken, göçebe Türkmenler de kadın evin, obanin diregi, sosyal hayatin en önemli parçası idi.
Medreseyi temsil eden kesim, şeriat kurallarına fazla önem vermeyen Turkmenleri, Kızılbaş-Alevi diye adlandırıyor ve baskı uyguluyordu. Hatta bazi büyük din alimleri, Kizilbaşlarin katline fetva bile vermişti.
Bu atmosferde yaşanan Osmanli-Safevi (Iran) savaşları da giderek mezhep savaşına dönüşmüş, iki Türk devletini oluşturan aynı millet, kardes kavgasından bitap düşmüştü. Medrese, Türkmenlerin inanç sistemi olan aleviligi, şia mezhebi ile aynileştirdi. Bu sebepten Osmanli içindeki Alevi-Kizilbaslara karsi ciddi bir baski uygulandi.
Bu kavga Osmanlı'da hiç azalmadı. O süreçte1571 de Kıbrıs feth edildi.
Osmanlı, feth ettiği yerlere sürgün kararnamesi ile Türkmen-Yörük dediğimiz insanları yerleştiriyordu. Bu insanlarin en buyuk özelliği; soylarini-köklerini unutmamalari, geleneklerine ve dinlerine bağlı olmalari fakat katı şeriat kurallarına çok da fazla ihtimam göstermemeleri idi.
Osmanlı, sürgünleri her zaman bir iskân ve kolonizasyon metodu olarak görmüş ve uygulamıştı. Çünkü fetih ettiği yerlerdeki yaşayan yerli halka her ne kadar iyi davranmış ve yönetimini kabul ettirmiş olsa da, orada tamamen hâkimiyet kurmak için kendi ırk ve dininden insanların olmasını zorunlu görmüştü.
Sürgüne tabi tutulan Türkmenler de yeni yurtlarinda baskı ve zulume uğramadan, mevcut hayat tarzını değiştirmeden hayatlarına devam etmenin rahatlığını yaşıyorlardı.
Osmanlı, böylece hem feth edilen yerlerin Türkleşmesini sağlıyor hem de bu potansiyel isyancı (!) kesimleri dağıtıyordu.
Balkanlarin ve Kıbrıs' ın fethinden sonra bu iki coğrafyaya hep Yörükler yerleştirilmişti. (Yörük; yürümek fiilinden türemiş olup, Asya'dan Anadolu'ya gelen Türkmen boyları için kullanılan ortak isimdi).
Kırsalda yaşayan Yörükler, daha çok Tekke zihniyetine bağlı idi. Medrese ise şehir merkezlerinde ve özellikle Osmanlı başkentinde yaygındı. Yavuz Sultan Selim'in Mısır seferinden sonra Istanbul'a getirdiği din adamları, Eşari Mezhebini benimseyen insanlardı. Oysa Türkler itikatta(Inançta) Maturidi, amelde (uygulamada) ise Hanefî Mezhebine bağlı idi. Bu imamlarin ikisi de Türktü. İslamı Türk mantalitesine göre yorumlamışlar, bu sayede İslamın Türkler arasinda kolaylikla yayılmasına sebep olmuşlardı.
Eşarilik, genellikle Arabistan'da yaygın itikadi bir mezhepti. Maturidilige göre biraz daha katı idi.
Eşari mezheb anlayışı kısa sürede Medreseyi ele geçirdi. Türk İslam tarihinin en büyük ve ilk gerici hareketi olan Kadizadeliler hareketi de bu dönemden sonra ortaya çıktı. Bu anlayış sayesinde okullardan fen ve felsefe dersleri kaldırıldı ve yerini tamamen dini tedrisat aldı.
Osmanlı'nin çöküşünü hazirlayan bu zihniyet ve din anlayışı değişikliği, ne Kıbrıs ne de Balkan Türklerinde görülmedi. Osmanli taasubun girdabinda kıvranirken, onlar ne Türklüklerini unuttular. Ne de müslumanlıklarından vaz geçtiler.
Öyle ki Kıbrıs Türkleri, milli mücadelelerinde hem Türklüğü hem de islamı birlikte savundular. Bu mücadeleyi veren savaşçılarına ise islami bir kavram olan "Mücahit adını verdiler. Mücahitlerin sembolü ise Tūrklügünün simgesi olan Bozkurt' du. Böylece Kıbrıs Türkleri Türklüğü ve İslamı birlikte savunduklarini göstermiş oluyorlardi.
Koordinasyon Ofisi tartışmalarına dönecek olursak, ana merkezinde Eski Kıbrıslıların olduğu bir kesim bu Ofisin Kıbrıs Türkünün alışageldigi hayat düzenine müdahale edilecegi endisesinden yola çıkıyor, bu ofis vasıtası ile Kıbrıs'ta muhafazakarligin yayılacağını, Kıbrıs Türkünün inançlarının değiştirilmesine yönelik çalışmalar yapılacağını iddia ediyorlar.
Bana göre bu bir komplo teorisi. Çünkü Hala Sultan Ilahiyat Koleji'ne de aynı gerekçelerle karşı çıkılmıştı. Neticede bu koleje Kıbrıs kökenli hemen hemen hiç bir aile çocuğunu göndermedi. Bugün bu Kolej öğrencilerinin nerdeyse tamamı Türkiye kökenli ailelerin çocuklarıdır. Ofisin faaliyetlerine de isteyen katılır istemeyen katılmaz.
Ne varki bizim böyle düşünmemiz neticeye değiştirmez. Ben dahil hiç kimse bu endişeyi yabana atmamali ve Kıbrısın yerlisi olan bu insanları anlamaya çalışmalıyız.
Bu sebeple sakin bir kafa ile oturup bu meseleleri konuşmamız ve birbirimizi anlamamız gerekiyor.
Bunu yapmazsak dış güçler bu meseleyi kaşır ve muhtemel bir referandum öncesi halkı yine kamplara böler. Kaybeden de hepimiz oluruz.