“Kıbrıs’a Hükmeden Tüm Orta Doğu’ya Hükmeder”
Kıbrıs, stratejik olarak Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarının en can alıcı noktasında bulunmaktadır. Sicilya ve Sardunya’dan sonra Akdeniz’in üçüncü büyük adası olan Kıbrıs, tarih boyunca Orta Doğu’ya açılmak ve yayılmak isteyen devletler için vazgeçilmez bir üs olarak görülmüştür.
Haritaya bakıldığında dünyanın orta kısmındaki bölgede Orta Doğu ve Doğu Akdeniz’in yer aldığını görürüz. Bu merkezi alanın en hassas ve stratejik yerinde bir ileri karakol ve çıkış kapısı olarak tek bir kara parçası bulunmaktadır: “Kıbrıs Adası”.
Jeopolitik konumu itibariyle Kıbrıs’ı elde eden gücün Türkiye’den Mısır’a, Lübnan’dan İran’a kadar yayılan bu bölgeyi kontrol ve gözetim altında tutabileceğini söylemek yanlış olmaz. Kıbrıs hem Süveyş’i hem de Orta Doğu’yu kontrol edebilen tek noktadır. Kıbrıs Adası, hem Süveyş Kanalı ile Avrupa’dan Afrika, Orta Doğu ve Asya’ya Hürmüz Boğazı’na kadar giden yollar, hem de Kafkasya’dan gelen güzergahların birleştiği yerde mükemmel bir hava ve deniz üssü konumundadır.
Tarih boyunca dünyaya hükmetmek isteyen tüm güçler Orta Doğu’ya girmek istediklerinde veya Orta Doğu’dan batıya doğru yayılmayı amaçladıklarında öncelikle Kıbrıs’ı ele geçirmeyi düşünmüşlerdir. Roma İmparatorluğu, Osmanlı İmparatorluğu ve Büyük Britanya İmparatorluğu Kıbrıs’ı bu amaçla yani Orta Doğu’da hakimiyet kurmak için ele geçirmişlerdir. İngilizler, Kıbrıs’ta egemenlik kurduktan sonra burayı bir üs gibi kullanarak önce Filistin’e girmiş, arkasından da Mezopotamya ile Arap Yarımadası’nı işgal etmiştir. Çağımızın dünyası açısından da adanın sözkonusu önemli pozisyonu aynıdır ve Orta Doğu’da egemenlik kurmak ve yeni dünya düzeni içerisinde etken olabilmek adına ABD ve AB (Rusya ve Çin’de dolaylı yollarla) Kıbrıs üzerinde gizli bir hakimiyet mücadelesi yapmaktadırlar. Bu nedenle Ada üzerindeki şimdiki ABD-AB çekişmesinde Kıbrıs üzerinde kurulacak siyasi ve fiili hakimiyetin Ortadoğu’nun da kontrolü açısından büyük önemi bulunmaktadır. AB’nin bölünmüş ve siyaseten sorunlu olan Kıbrıs’ı bu haliyle kendisinin bir parçası yapmış olması ABD ile olan çekişmesinden kaynaklanmaktadır. AB, fiili olarak ve tümden adayı kendisine üye yapmasa da hukuki ve siyasi anlamda üyeliğine alarak topraklarının bir parçası haline getirmiştir. AB’nin bu hareketini, oluşan yeni dünya düzeni düşünülerek atılmış sinsi bir adım ve politik hamle olarak görmek gerekir. Adadaki İngiliz Üsleri ve Türk bölgesini fiilen egemenlik sahasına almasa da AB, Orta Doğu’daki pozisyonunu güçlendirmek ve ipleri ABD’nin eline tümden vermemek adına Kıbrıs’ı sorunlu yapısıyla da olsa çar çabucak kendine üye yapmıştır.
Yeni Dünya Düzeni’nin kurulmaya çalışıldığı bu dönemde Kıbrıs Adası sadece Türk-Yunan sorunu olmaktan çıkmış, AB’nin burayı Anglo-Amerikanlar’ın elinden almaya çalıştığı küresel bir sorun parçası olmuştur.
1950’li yıllara kadar Türkiye açısından önemsenmeyen ve bir sorun olarak görülmeyen Kıbrıs, ABD menfaatleri ve yönlendirmesi doğrultusunda Türklerinde bir sorunu haline getirilmiştir. Türkiye, ABD kontrolündeki NATO’nun üyesi olduktan sonra Kıbrıs’a müdahil olmaya başlamıştır.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında oluşan ABD ve İngiliz politikalarının (Anglo-Amerikan Politikası) esası “Kıbrıs’ın Bölünmüşlüğü” üzerine kurulmuştur. Bu politikanın İsrail’in Kıbrıs’a yönelik menfaatlerine ve hedeflerine de en uygun politika olduğunu söylemek gerekir (Bu konu ileriki bölümlerde teferruatlı olarak anlatılacaktır). ABD (ve İsrail) hiçbir zaman adanın tek bir siyasal gücün hakimiyeti altına girmesini istememiştir. Kıbrıs üzerinde tam anlamda Türk veya Yunan egemenliğini ABD ne geçmişte nede şimdi Orta Doğu çıkarları açısından hiç istememektedir. 1964’deki oluşanada planları çerçevesinde, ABD Kıbrıs’ın açıkça bölünmesini istemiştir. Adadaki üslerin elde kalması koşuluyla Kıbrıs’ın Türkler ve Yunanlılar arasında paylaştırılmasını isteyen ABD, bu bölünmüşlük haliyle birini diğerine karşı kullanabilip, bu ortamda adada mutlak bir Türk veya Yunan hakimiyetini önlemeyi amaç edinmiştir. Aksi halde ABD biliyor ki, tümden adayı ele geçirecek olan taraf ileride ABD çıkarlarına ters bir durum yaratabilecek veya en azından çıkarlarına karşı her zaman tehlikeli bir duruma açık alan bırakılmış olacaktır. Bu da Orta Doğu’daki kontrolün ABD-İsrail ikilisinden çıkıp bir başka büyük gücün Kıbrıs’a yerleşerek kontrolü ele almasına zemin yaratabilecektir.
İngiliz Üsleri’nde yer alan en ileri teknoloji ürünü radar ve elektronik istihbarat gereçleri ile tüm Orta Doğu, Arabistan Yarımadası ve Orta Asya’ya yakın bölgelerdeki her türlü askeri hareketlilik, nükleer füze teknolojisindeki gelişmeler, Orta Doğu’nun petrol bölgelerine yönelik askeri tehditler izlenmekte, nükleer saldırı durumunda erken uyarı sağlanabilmekte, ayrıca her türlü stratejik hareket ve faaliyet takip edilebilmektedir. Bu çapta bir izleme ve gözetleme faaliyetinin Kıbrıs dışında bir başka yerde yapılabilme imkanı yok denecek kadar azdır.
Kıbrıs Adası’nın Orta Doğu’daki askeri anlamda üstlendiği stratejik önemi ortaya koyan bir başka örnek ise Yom Kippur Savaşı’nda yaşanır. 1973 yılında Mısır, Suriye, Irak gibi devletlerce oluşturulan Arap Birliği’nin İsrail’e saldırması sonucu patlak veren Yom Kippur Savaşı’nda ABD zor durumda kalan İsrail’e askeri açıdan yardım etmek ister. Arap Birliği’nin “Petrol Tehdidi” karşısında İngiltere dahil tüm Avrupa ülkeleri ABD’ye İsrail konusunda destek veremezler ve eskisi gibi yardımcı olamazlar.
1973 yılında patlak veren “Dünya Petrol Krizi” nedeniyle uğrayacağı ekonomik krizi hesap eden İngiltere, tüm ısrar ve baskılara rağmen ABD’ye en ufak bir destekte-fiili anlamda-bulunmaktan çekinir. ABD, İngiltere’den en azından Kıbrıs’taki üslerini kullanarak istihbarat amaçlı keşif uçuşları yapabilmesi için yardım ister, ancak İngiltere bunu da reddeder. Bunun üzerine Amerikan U-2 keşif uçakları İsrail’in
Bugün IŞİD’e karşı kurulan koalisyon ve askeri harekatın merkezinde ABD ve İngiltere yer almaktadır. Eğer bu bir danışıklı dövüş değilse (ABD’nin kurulmasına olanak verdiği IŞİD’i şimdi de yok etme girişiminde olması) şu anda IŞİD’in baş düşmanlarının ABD-İngiltere ikilisinin olduğu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. IŞİD’e karşı yapılacak hava saldırılarının (ve belki de kara harekatının) ve ayrıca istihbarat faaliyetlerinin merkez üssünün Kıbrıs Adası olacağı aşikardır. Bu durumda IŞİD’in, kendisine yönelik bir savaşın başlatılmasından sonra düşmanlarının elindeki en kritik yer olan Kıbrıs’taki Üsleri ana hedef seçmesi en doğal mantıki askeri yaklaşım olacaktır. Çünkü ilan edilen bu savaşın an kumanda merkezinin tahrip edilmesinin IŞİD için büyük önemi bulunmaktadır. Bu bağlamda IŞİD’in yok edilmemek adına elindeki uzun menzilli füzeleri Kıbrıs’a fırlatması ve elindeki diğer savaş olanaklarını da kullanarak adaya saldırı yapması pek muhtemeldir.