Kadınlarımıza yönelik şiddet olayları, en gelişmiş ülkelerden, gelişmemiş, geri kalmış ülkelere kadar her yerde yaşanmaktadır. Bugün konuyla ilgili ciddi yasalara sahip olan ve demokrasinin başkenti diye nitelendirilen ülkelerde bile kadına yönelik şiddet olayları artarak devam etmektedir. Bu durum bizlere kadına yönelik şiddet olaylarını bitirmek için iyi yasalara sahip olmanın yeterli olmadığını göstermektedir.
Dolayısıyla iyi yasalarımızın olması yanında, bu yasaların etkin bir şekilde uygulanması ve toplumun zihniyetinin adeta bir filtre gibi arındırılması gerekmektedir. Şiddet, her ne şekilde olursa olsun kabul edilemeyen ve insan onuruna asla yakışmayan bir davranıştır. Globalleşen dünyamızda artık sanal platformlar giderek önem kazanmakta ve dijitalleşme, hayatımızın her alanına entegre edilmiş durumdadır. Bu durumun getirisi olarak,her olayı ve haberi sosyal medyadan duymaktayız.Eril dilin oldukça fazla kullanıldığı haber ve magazin dünyasında ne yazık ki kadınlar, daima mağdur ve korunmaya muhtaç bir varlık olarak gösterilmektedir.
Ayrıca birçok medya kuruluşu, sansasyon yaratma ve daha çok izlenme elde etme amacıyla kadın bedeni üzerinden olayları çarpıtmaktadır. Bu haberleri izleyen, duyan toplumun zihniyeti ise kirletilmekte ve cinsiyetçi bir yapıya bürünmektedir. İşte bu noktada haber ve medya kuruluşlarına büyük ve önemli görevler düşmektedir.
Haberciliğin dili değiştirilmeli, kadın bedeni üzerinden haberler yapılmamalıdır. Bunlar yapıldığı takdirde, medyanın değişimi çok etkili olacak ve bu değişim toplumun da değişimini beraberinde getirecektir. Buna ek olarak,toplum denen sosyolojik yapıyı oluşturan temel birim ailedir. Dolayısıyla ebeveynler çocukların ilk öğretmenleridir.
Bu noktada ailelerin, çocuklarına karşı davranırken ve onların tüm alışkanlıklarını öğrenme sürecinde çok titiz davranmalı ve baskı oluşturmadan bu konuda çocukları bilinçlendirmeleri gerekmektedir. Yapılacak en ufak bir yanlış söylem, hareket vb.şeyler maalesef geri dönülemez olaylara sebebiyet verebilmektedir. Bu nedenle şiddetin her türlüsünün kötü bir şey olduğu çocuklara daha küçük yaşlarda aşılanmalı ve bu konuda toplumun her tabakasına hitap edebilecek programlar düzenlenmelidir. Şiddet, her ne kadar bireysel bir duygu durum bozukluğundan kaynaklansa da şiddeti önlemek toplumsal mücadeleyle mümkündür.
Ülkemizde de TBMM tarafından 8 Mart 2012’de kabul edilen ve yürürlüğe giren Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun’un varlığı bu konuda büyük umutlar vadetse de bu kanunun sadece varlığı yetmemektedir. Asıl önemli olan husus, bu kanunun ne kadar etkili bir şekilde uygulandığıdır. Unutulmamalıdır ki, kadına şiddet, soykırım gibi bir insanlık suçudur.
Dolayısıyla bu suçun bir ülkede sadece var olması bile o ülkenin ve toplumunun demokrasi ve insan hakları bakımından sınıfta kaldığının en önemli göstergesidir. Demokrasiyi ve insan haklarını yaşatabilmek ve tam anlamıyla bir demokrasi ülkesi olabilmek için, bu suçla mücadele etmeyi ve önlemeyi her birey birincil vazifesi haline getirmelidir.