Yıl 1959. “Dünya” Kıbrıs’ta barışa ulaşmak için bir çözüm planı hazırlar ve Britanya, Türkiye ve Yunanistan’ın da kabulü ile Londra “müzakereleri” yapılır. Kıbrıs’tan Türkleri temsilen liderimiz Dr. Fazıl Küçük, Rumları temsilen de Başpiskopos Makarios Londra’ya gelirler. Aslında gerçekleşecek olay Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulmasını sağlayacak uluslararası anlaşmanın imzalanmasıdır. Adayı Osmalı İmparatorluğu’ndan gasbeden Britanya, Türkiye Cumhuriyeti ve Yunanistan detaylar üzerinde anlaşmış, Dr. Küçük ve Makarios’a kalan da “dünya”nın ortaya koyduğu metni imzalamaktır.
Küçük, Kıbrıs Türk halkının anavatanlarına her zamanki bağlılığından hareketle Londra’ya gelirken anlaşmayı imzalamak için gelmişti. İçi tam rahattı diyebilir miyiz? Sanmıyorum, çünkü Kıbrıs Türkünün Rumlar tarafından yaşamsal tehdit altında olduğunu ondan daha iyi bilen biri olamazdı. Ancak Anavatan ile gereken istişareler yapılmış ve anlaşmayı kabul etme kararı alınmıştı. Ona düşen de Kıbrıs Türk halkının lideri olarak gereken imzayı atmaktı.
Makarios ise Yunanistan tarafından kabul edilmesine rağmen Londra’da önüne konacak anlaşmaya. Kıbrıslı Türklere çok fazla hak tanıdığını düşündüğünden karşıydı. Kıbrıslı Rumlar İngiliz sömürge idaresine karşı savaşmış ve esas hedef olan enosise, yani Kıbrıs’ın Yunanistan’a ilhakına tam yaklaşmışken şimdi bu anlaşmaya evet demek ve bu ilhaka engel teşkil eden Türklerle ortak bir devlet kurmak Makarios için de temsil ettiği Rumlar için de kabul edilemezdi. Nitekim Makarios Londra’ya ayak basar basmaz yaptığı açıklamada “Londra’ya anlaşmayı imzalamaya değil müzakere etmeye geldiğini” söylemiş ve bu da anlaşmanın bir an önce imzalanmasını isteyenlerde bir soğuk duş etkisi yapmıştı.
Orada olanların anlattığına göre o gece Makarios odasına çekildiğinde anlaşmaya hayır diyordu ancak sabah kalktığında imzalamaya hazır olduğunu söyledi. Yani o gece bir gelişme oldu ve her ne iseydi Makarios’un anlaşmaya olan tutumunu değiştirdi. Anlaşma imzalandı ve Kıbrıs Cumhuriyeti hayata geçti. Makarios’un Kıbrıs’a döndüğünde daha uçağın merdivenlerinden iner inmez yaptığı açıklamada başlayacak olan kan dolu sürecin de müjdesini veriyordu. “Kıbrıs Cumhuriyeti enosis yolunda bir basamaktır”.
1960-1963 yılları Kıbrıslı Türklerin önce baskılarla, sonra 21 Aralık 1963 gecesinde başlayan saldırılarda silah zoruyla fiilen Kıbrıs Cumhuriyeti’nin ortaklığından atılması ile sonuçlanır. “Dünya” sadece seyirci kalır. 1974’e kadar varan süreç Rumlar tarafından ezilen ama Türkiye’nin desteğiyle bir devlet yapısı hayata geçiren Kıbrıs Türk halkının zor ama şanla dolu yıllarıdır.
Bunları neden mi irdeledim? Bu satırları yazıp 1959’u 1960’a bağlayan günlerde olanları hatırlatmak ihtiyacını hissetim çünkü o günlerde de “dünya” kendi istemlerimizi bir kenara bırakıp önümüze koydukları, kendilerine göre adil ve işlevsel olacak anlaşmayı imzalayıp Kıbrıs Cumhuriyeti denen maceraya atılmamızı istiyorlardı. Bunu kabul etmemiz için yapılmadık baslı kalmamıştı. Aynen bugün olduğu gibi…
Bugün gazetelere bir göz attığınızda hem dışarıdan hem de içerden önümüze konacak anlaşmaya ‘hemen şimdi’ evet dememiz gerektiğini kafamıza kazımaya çalıştıklarını görürsünüz. Bunlara göre geçmiş önemli değildir. Rumlar kardeşlerimizdir ve bugünün AB’sinde 1963’te yaşadıklarımız gerçekleşemez. Avrupa’nın ortasında Bosna’da yaşananlar herhalde sadece hayal ürünüdür. Gümülcüne’de yaşayan soydaşlarımızın kendilerine Türk olarak hitap edilmesinin yasak olduğu bir AB gerçeği var.
Diyeceğim, 1959’da da 2014’te de bazı dış ve iç mihraklar gözümüzü ve beynimizi kapayıp henüz içeriğini bilmediğimiz bir anlaşmayı imzalayıp devletimizi ortadan kaldırmamız için türlü baskıyı yapıyor olabilirler. Ancak imzaladıktan sonra buralarda yaşayıp bu deneyin başarılı olup olmadığını tespit edecek olanlar da bizleriz. O zaman bu kadar acele neden? Masaya oturulduğuna göre bırakalım taraflar detaylar üzerinde çalışsınlar ve sonuca ulaşılacaksa Kıbrıslı Türklerin ekonomik ve siyasi haklarının da korunabileceği mekanizmaların da eklenmesi şarttır. Yangından mal kaçırır gibi “hemen, şimdi,” saçmalığı hepimizi bir hataya sürükler. Söz konusu Kıbrıs olduğuna göre de “hata” adanın tekrar kana bulaşması demektir. Sürdürülebilir bir çözüm ancak bizlerin de gönülden kabulüyle mümkündür. Dış ve iç baskıların getireceği bir anlaşma ancak 1959 örneğindeki gibi olur ve yaşaması da mümkün olmaz.
Tekrar soruyorum, bu acele neden?