İsrailoğullarının veya Yahudi dünyasının veya Musevilerin, Anadolu ve Kıbrıs’a olan ilgileri, dün de sona ermedi, yarın da sona ermeyecek.
Kah adına İsrail Devletinin güvenliği densin, kah ortadoğu’da varolma mücadelesi densin, Ortadoğu ve sancılı coğrafyanın deniz kapısı olan Doğu Akdeniz’deki güç dengelerinde hep oyun kurucu oldu İsrailoğulları.
Anadolu ve Kıbrıs’ın vaat edilmiş topraklar olduklarına dair inançlarını, kah romantik bir eylemsizlik içerisinde kah yayılmacı bir politikanın gölgesinde sürdürdüler.
Ortadoğu’da akan kan ve gözyaşının mimarı olduklarını da saklama gereği hiç duymadı, İsrailoğulları.
Zulüm’u diğer bir ifade ile haklı ile haksızın yerine güçlü ile güçsüz denklemini de koyarak politikalarını sürdürmekten de geri adım atmadı, İsrailoğulları.
İslam dünyasının dini bayramlarından olan Ramazan bayramı öncesinde Mescid-i Aksa’da yaşananları ise yüzyıllardır devam eden bir zihniyetin sadece bir örneği.
İslam ülkeleri sağır sultanı oynaya dursun böylesi bir zulmün Hristiyan dünyanın mabetlerinden birinde yaşatıldığını bir anlığına düşünün, sonrasında yaşanacak olanları hayal bile edilemez.
Bugün ilmik ilmik döşenenlerin de sıradan ve basit bir çatışmadan ibaret olduğu sanılmamalı.
Ortadoğu’da nefes almakta zorlanan İsrail Devleti’nin “çıkış penceresinin” Kıbrıs olduğu da asla unutulmamalı.
Doğu Akdeniz’de “oyun kurucu” olan güçlü Türkiye’nin Kıbrıs’taki varlığının da İsrail devleti için rahatsız edici ciddi bir unsur olduğu ise aşikar.
“Oyun kuran ve yoklama çekenler” karşısında, Doğu Akdeniz’de “oyun bozan” her yönü ile güçlü bir Türkiye’nin ise Ortadoğu’daki zulüm karşısında duruşunun da tehdit olarak algılandığı ise diğer bir gerçek.
S-400 alımı, F-35 krizi, Doğu Akdeniz’de doğalgaz yatakları üzerinden devam eden “Soğuk Savaş”, ABD-Rum Yönetimi flörtü, AB diğer bir ifade Almanya ve Fransa’nın denizaltı zenginliklerden pay kapma hamleleri, “mavi vatan”ın parsellenmesine izin verilmemesi ve diğer tüm çatışma ile diplomatik krizlerin merkezinde ise coğrafi konumu yanında jeopolitik stratejik önemi ile birlikte Kıbrıs’ın olduğunu unutmadan, Mescid-i Aksa’da yaşanaları analiz etmek gerekmekte.
Mescid-i Aksa’da yaşananlar İslam dünyasına yapılan sıradan bir saldırı olarak yorumlanması sığ bir görüş olacaktır.
İslam dünyası içerisinde “kimlerin hala zulüm” karşısında dik durduğunun teyit edildiği bir “yeni yoklama”dır, Mescid-i Aksa’da yaşananlar.
Bugün Filistin’de yaşananlar, kutsal olan’a dokunma hamlesi sonrasında kurgulanan daha büyük müdahalenin sadece ve sadece bir ön provasıdır,
Ortadoğu’da zulmün mimarlarının “çektiği bir yoklama”, Filistin’de yaşananlar.
Kim uyumakta, kim uyumayı tercih etmekte ve her ne olursa olsun kim karşı durmaya hazır’ı yeniden bir teyit etmek, aslında “çekilen yoklama”.
Anavatan Türkiye , “kutsal” olana ve manevi sorumluluğu süren topraklara karşı uygulanan zulüm’e sessiz kalmayacağını tüm kararlılığı ile ortaya koymasının verdiği mesajı görmek gerek.
Kıbrıs Türk’ünün görebildiğinin çok ötesinde daha açık bir ifade ile, uluslar arası sermayenin gücü ile kiralanan bazı avukatlar, milletvekilleri, bakanlar, yargı mensupları ile diğer üst düzey yetkililerin göz yumduğu ve/veya teşvik ettiği “yabancılara ve/veya İsrail menşeli firma ve kişilere” toprak satılmasından daha derin anlamlara sahip bir olgu, Kıbrıs, İsrail ve Türkiye üçgeni.
Türkiye’nin iradesi ve kararlılığını fotoğrafın büyüğünü görerek ve fotoğrafın içine saklanan gölgeleri de görerek tüm yönleri ile anlamak gerek.
Elbette, görebilene veya görmek isteyene.
Bugün, “Mescid-i Aksa’da” yaşatılanlar, yarına dair bir “yoklama”dır.
Gerisi ise teferruattır.